İZMİR – İnsan ve hayvanlar arasında geçmişte de bugünkü kadar eşitsiz bir ilişki var mıydı? Ateşi kullanmaya başladığımız andan itibaren hayvanlarla ilişkimizde giderek tahakkümünü ve tüketmesini artıran bir ivmeden mi söz etmemiz gerekiyor? Endüstriyel topluma geçişin hayvanlarla olan ilişkimize etkisi ne oldu? İnsan olmayan hayvanlara karşı ahlaki yükümlülüklerimiz neler?
‘Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar’ kitabının da yazarı olan Berlin Teknik Üniversitesi’nden (Technische Universität -TU) Beşeri coğrafyacı Sezai Ozan Zeybek sorularımızı cevapladı.
‘HER İNSAN GRUBU HAYVANLARLA AYNI İLİŞKİYİ KURMAMIŞ’
Hayvanlarla olan ilişkisinde insanın, hayvanlar üzerindeki tahakkümü tam olarak ne zaman ve nasıl başladı?
İzin verirseniz ben bu soruya başka bir açıdan yaklaşmak, önce sorunun ihtiva ettiği varsayımlar hakkında biraz kafa yormak istiyorum. Zira hayvan-insan ilişkileri hakkında konuşurken belirli kalıplar hâlâ önümüzü tıkıyor diye düşünüyorum.
Diyeceğimin özü şu: İnsanın da hayvanın da tek bir var oluş hali yok. Karşımızda muazzam bir çeşitlilik var. Bunlardan sanki tekil varlıklarmış gibi bahsetmek ister istemez belli bir indirgemeciliğe yol açıyor. Malum, bizim hayvan diyerek tek kelimeye sıkıştırmaya çalıştığımız varlıklar kümesi, milyarlarca farklı evrimsel deney ve ilişki ağı anlamına geliyor. Yaşam, pek çok kanaldan akarak, aklımızın alamayacağı kadar çok bedenden geçerek bugüne ulaşmış.
Aynısını insan için de söyleyebiliriz. İnsanlığın da bin bir hali olmuş. (‘Bin bir’i çokluğu vurgulamak için kullanıyorum, ama gerçeğin yanında bu sayı komik derecede küçük kalıyor aslında.) İklime, toprağa, hayal gücünün sınırlarına göre bambaşka yaşamlar kurulmuş. Dahası, artık hayatta olmayan kuzenlerimiz var. Onlar da pekala insanlığın başka tezahürleri olarak görülebilir. Fakat biz bugün hem hayvanları hem de bilhassa uzak geçmişteki insanları tasavvur ederken bir tür basitleştirmeye başvuruyoruz. Mesafe arttıkça iki grubu da tek bir şey olarak düşünmeye meylediyoruz. “Ne zaman?” sorusu da ancak bu şekilde sorulabilir hale geliyor: Çeşitliliği daralttığımız zaman, uzun geçmişi birbirinin üstüne katladığımız zaman. Ardından gelecek cevaplar da bizi ister istemez insanlığın resmî tarihi sayılabilecek kırılma noktalarına, yani Neolitik döneme, tarıma, evcilleştirmeye yönlendiriyor.
Oysa aslında daha öncesinde de çeşitli insansı grupların yumuşakçalardan böceklere ve balıklara uzanan geniş bir hayvan grubunu avladığına, yediğine, az miktarda da olsa biriktirdiğine; ateş kullanmak suretiyle daha büyük hayvanlar üzerinde bir tür üstünlük kurduğuna dair deliller var. Keza sonraki dönemlerde de her insan grubu hayvanlarla aynı ilişkiyi kurmamış. Kutsallık atfetmişler, ruh atfetmişler, yoldaş olarak görmüşler, başka suretteki denk varlıklar olarak tasavvur etmişler. Hayvanlar hakkında düşünmenin başlangıç noktası, bana göre öncelikle bu çeşitliliği görmek. Diğer türlü kolaylıkla özcülüğe, tek sesli bir tarih anlatısına, günümüze doğru uzanan doğallaşmış çizgisel ilerleme anlayışlarına savrulabiliriz.
‘PEK ÇOK CANLI İÇİN BİR EFENDİDEN ZİYADE BASİT BİRER YAŞAM SAHASIYIZ’
Ama yine de tahakkümün kurulmuş olduğu durumlar var. Geçmişte bugünkü kadar eşitsiz bir ilişki yoktu herhalde?
Bu kadar yaygın değildi, haklısınız. Dediğiniz gibi elbette tahakküm var. Bugün belki her zamankinden daha fazla. Günümüzde dünyanın farklı yerlerinde kimi canlıların maruz kaldığı zulmün tarifi yok. Öldürülen, organları kesilen, zehirlenen, keyif olsun diye avlanan, dövüştürülen, hapsedilen yahut yaşam alanları tarumar edilen pek çok canlının gün be gün ahını alıyoruz. Üstelik sebeplerin çoğu saçma sapan: Daha çok kullan-at eşyaya sahip olmak, kozmetik ürünler kullanmak, yeni tatil mekanları inşa etmek, çocuklara kafes arkasındaki hayatları gösterdikten sonra hamburger yemeye gitmek, tüketmek, doyamamak…
Yine de insanlar ve hayvanlar arasındaki çok boyutlu ilişkiler salt tahakkümden ibaret değil. Her şeye rağmen buna vurgu yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Hayvanlar zannettiğimiz kadar edilgen, biz insanlarsa zannettiğimiz kadar hakim konumda olmayabiliriz. Pek çok canlı için bir efendiden ziyade basit birer yaşam sahasıyız sadece. Bağırsaklarımızda yaşayanlar için mesela. Fareler, hamamböcekleri ve martılar için tahammül edilmesi gereken faydalı türleriz. Köpeklerin ve kedilerin dünyaya yayılmasını sağlayan, hastalıklarını iyileştiren, karnını doyuran, onları dış tehditlerden koruyan bakıcılarız. Dolayısıyla burada tahakküm kelimesinin ima ettiği, sadece tek tarafın sözünün geçtiği ilişkilerden fazlası var. Üstelik daha geniş bir ölçekte insan dediğimiz varlık, diğer türlerle beraber evrimleşmiş, öteki varlıklara bağımlı, son derece kırılgan bir canlı. Bunu da unutmamak lazım.
Beraber evrimleşmeyi biraz açmanız mümkün mü?
Elbette. Yaygın algıdaki evrim fikri, her türün kendi evrim seyrini izlediğini varsayar. Buna göre ortak atalar olsa da kurtlar, kuşlar, insanlar kendi güzergahlarında ilerler. Oysa biz bugün türlerin çok daha girift şekillerde, birbirleriyle etkileşim içinde dönüştüğünü biliyoruz. Bugün hâlâ da devam ediyor. Örneğin evcilleşmiş hayvanlar bize uyum sağlamış. Vücutları küçülmüş, beyin hacimleri azalmış, boynuzları kısalmış, dişi ve erkek arasındaki fiziksel farklar azalmış, doğurganlık yaşı düşmüş.
Vahşi dediğimiz hayat bile karşılaşmalar arttıkça dönüşüyor. Rusya’da son 20 nesil içinde tilkilerin uysal çıkma ihtimali iki kat artmış mesela. Diğer yandan biz de diğer canlılara intibak etmişiz. Enzimlerimiz, bağışıklık sistemimiz, inanç sistemlerimiz ve toplumsal kurumlarımız hayvanlarla etkileşim içinde dönüşmüş. O anlamda kendinden menkul bir insanın ortaya çıkıp diğer tüm türleri dize getirdiğini söylemek aslında tümüyle gerçeği yansıtmıyor. Biyolojik ve tarihsel olarak insan, ayrıksı bir varlık bile değil. Daha başka varlıklarla işbirlikleri olan, ittifaklar kuran, daha geniş yaşam ağlarının bir mensubu. Bu noktaya bazı diğer türlerle ittifaklar kurmak suretiyle gelmişiz.
Etkimiz diğer türlerden daha fazla elbette ama düşününce, o bile ölçek meselesi, mutlak değil. Soluduğumuz havadan toprağın kimyasına hemen her şeyi değiştirmiş bakterilere, mantarlara veya bitkilere kıyasla çok kısa zaman önce ortaya çıkmış, çok daha az etkisi olmuş (en azından şu ana kadar) ve geldiği gibi gitmesi hiç de ihtimal dışı olmayan türlerden biriyiz.
‘BU DEĞİŞİM DEVAM EDİYOR, OLMUŞ BİTMİŞ DEĞİL’
Sizce endüstriyel topluma geçişin hayvanlarla olan ilişkimize etkisi nedir? Bu geçişte insanların doğa ve hayvanlarla ilişkisinin mental olarak radikal şekilde değiştiğini söyleyebilir miyiz? Yoksa ateşi kullanmaya başladığımızdan itibaren giderek tahakkümünü ve tüketmesini artıran bir ivmeden mi söz etmemiz gerekiyor?
Sanıyorum bir hızlanma var. Hatta bununla ilgili verileri derleyen bir kitap da var, J. R. McNeill ve Peter Engelke’nin ‘The Great Acceleration’ isimli kitabı. ‘Büyük İvmelenme’ diye çevrilebilir. Böyle çevrilirse de kimse almaz herhalde. Neyse. Özellikle 1945 sonrasında hemen her konuda büyük bir artış yaşandığını anlatıyorlar. Fast food restoran zincirlerinden baraj inşaatlarına, motorlu araçlardan su kullanımına tabir yerindeyse hemen her konuda bir patlama yaşanıyor. Buna mukabil biyoçeşitliliğin azalması, karbon salımları, plastik üretimi, mezbahalarda öldürülen hayvanlar gibi konularda da benzer bir yükseliş görüyoruz. Doğrusal bir artış da değil, geometrik bir artış… O yüzden patlama diyorum. Bunu mümkün kılan da, kabaca söylemek gerekirse, mental değişimlerden ziyade aşırı miktarda enerjinin sisteme girmiş olması. Burada vurguyu insanın içindeki süreçlerden dışarıya, yani etkileşime geçtiği dünyaya, diğer varlıklarla kurduğu ilişkiye kaydırmak istiyorum.
Bunu biraz açabilirsiniz belki…
Biraz değil, bayağı açmam lazım. Zira arkasında kim olduğumuza dair ontolojik bir tartışma var. Dahası, hayvanlarla değişen ilişkilerimizin kökeninde de bunlar olduğunu düşünüyorum. Kalubeladan başlamışım gibi olacak ama… Sabır gösterirseniz biraz dolaşıp konuyu yine hayvanlara getireceğim.
Yakın zamana kadar insanların kullandığı enerji miktarı çok daha kısıtlıydı. Güneşe, suya, rüzgara, hayvanların kas gücüne bağımlıydık. Biriktirebildiğimiz enerji de keza azdı. Tahıl olarak yahut hayvan olarak saklıyorduk enerjiyi. Bu durum çok yakın zamanlarda, fosil yakıtların hayatımıza girişiyle değişti. Toprağın altında yüz milyonlarca yılda birikmiş enerjiyi büyük bir hızla ve bedellerini düşünmeden tüketmeye başladık. Endüstriyel toplumun ortaya çıkışı da yaklaşık aynı döneme tekabül ediyor. On beş milyon insanın üst üste yaşayabildiği şehirleri bu sayede kurabilir olduk. Suları yüzlerce, gıdayı ise binlerce kilometre uzaktan getirmek karbon yakıtların yoğun miktarda kullanımına bağlı.
Şu an yaşadığım şehir olan Berlin’e diğer kıtalardan günaşırı taze soğan getiriliyor mesela. Yaz-kış fark etmeksizin… Bir nesil sonrası için şuursuzluk olarak addedilecek bir yaşam tarzı bu. Nasıl ki geçmiş nesillerin ferahfeza ırkçı-cinsiyetçi cümleler edip aynı anda büyük/genel felsefî lakırdılar üretmiş olmalarına, dünya barışından dem vurmalarına hayretle bakıyoruz, sonraki nesiller de bize öyle bakacak diye tahmin ediyorum. Ne güzel! Hem uçalım hem yiyelim hem de iklim adaleti gibi afilli cümleler edelim. Hatta para ve prestij getiriyorsa işin müsebbibi şirketlere danışmanlık verip çevreci kisvesinde yola devam etmelerine [greenwashing] destek olalım.
Oysa aklı başında bir neslin şu an hayatı durdurması, şirketleri basması, iklime dair sahici önlemler alınmadan devletlere vergi vermeyi kesmesi lazım. Hakikaten bu kısım bana çok can yakıcı geliyor. Direniş repertuarımızda ciddi bir daralma yaşadığımızı düşünüyorum. İlgilenen okuyucular için bu tartışmayı derinleştiren bir link vermek mümkün herhalde diye umuyorum.
Geri döneyim. Büyük ivmelenme dediğimiz olayın önkoşulu, sisteme muazzam miktarda enerjinin girmiş olması. Pek çok hayvanla ilişkimiz de bu süreçte değişti. Kas gücü veya işgücü olarak kullanılan hayvanların işlevleri büyük oranda sona erdi. Sabanı çeken öküzün yerine traktör, yük taşıyan eşeğin yerine kamyon, hızlı ulaşım imkanı veren atın yerine otomobil geçti.
İşte bu noktada çok ilginç bir gelişme yaşandı. Artık işe yaramayan ve etinden sütünden de faydalanılmayan hayvanlar giderek ıskartaya çıkarıldı. Eşek ve at nüfusunun Türkiye gibi ülkelerde hızla azalmasının sebebi bu. Buna mukabil, artık sadece et-süt olarak istifade edilen diğer gruplarsa bir optimizasyon problemi haline geldiler. Soru şuna dönüştü: Bu hayvanlardan en çok eti en kısa zamanda nasıl elde ederiz? Örneğin çiftliklerde uyandırma servisi olarak iş gören, haşereleri temizleyen tavukların artık tek bir işlevi var: Gıda! Et ve yumurta vermek. Muazzam büyüklüklerdeki tesislerde büyütülüyor, çoğu gün ışığı dahi göremeden öldürülüyor. Et tavuklarında bu süre birkaç haftayı geçmiyor. Son olarak eti sütü yenmeyen ama işlevlerini kaybetmiş bir başka grupsa ev hayvanı olarak, yoldaş olarak yahut seyirlik türler olarak yanımızda kaldılar. Çobanlık yapmayan köpekler yahut eti yenmeyen akvaryum balıklarının durumu bu.
Tekrar başa dönecek olursak, farklı türlerle bir arada yaşamaya dair koşullar değişti. İşbölümü değişti, teknolojiler değişti, üretim ilişkileri değişti. Mental süreçlerden ziyade bunlara vurgu yapmak isterim. Üstelik bugün bile bu değişim devam ediyor, olmuş bitmiş değil.
‘ATLARIN ÇALIŞMA KOŞULLARINI İYİLEŞTİREBİLİRDİK’
İşlev kaybının en yakın zamanlı örneklerinden biri İstanbul’un adalarındaki faytonlu atlardı sanırım. Benzer bir süreç yaşandı orada da. Atlar, elektrikli araçların gelmesiyle işlevini kaybetti…
Kesinlikle. Sonuçta da ıskartaya çıkarıldılar. Iskartaya çıkarılanların akıbetini bilmiyoruz. Bir kısmı uzak şehirlere gönderildi, bir kısmı muhtemelen mezbahalara… Barınaklara konanlarsa imkansızlıklar sonucunda bakımsız kaldı, bir kısmı ise telef oldu. Oysa fayton yasağı, tüm bu hayvanlar acı çekmesin, sömürülmesin diye getirilmişti. Bir de elbette “Modern bir şehirde atın işi ne?” diyenlerin desteği ile.
Peki sizce ne yapılabilirdi?
Yurt dışında örneklerini görüyoruz. Atların çalışma koşullarını iyileştirebilirdik. Çok daha az saat çalıştıkları, çok daha iyi beslendikleri koşullar yaratabilirdik. Adanın geçmişindeki at hikâyelerini öne çıkarabilir, atlara olan ilgiyi çoğaltabilirdik. Binicilik kursları, at terapileri üstüne mesai harcayabilirdik. Üstelik kimileri bu yönde uğraş veriyordu halihazırda. Sıfır noktasında değildik. Daha fazlası da yapılabilirdi. Şehirdeki her metrekarenin ranta mağlup olmadığı, atların serbestçe koşabildikleri müşterekleştirme prensipleri ile idare edilen çayırlıklar oluşturabilirdik. Betondan-asfalttan ibaret şehirler tasarlamaktan vazgeçebilirdik.
Ama açıkçası vizyonumuz o kadar kısıtlı ki… Atları esir almış tuhaf mülkiyet ilişkilerini kıracak bir hayal dahi kurulamadı bu süreçte. Oysa atlara sahip olunamayan, en fazla sahip çıkılabilen bir hayat neden mümkün olmasın?
‘BİR KISIM İNSAN HALİYLE SUÇLULUK HİSSEDİYOR’
Peki ben yine baştaki soruya geri dönmek istiyorum. İnsanların ve hayvanların ilişkilerinde öncelikle dış etkenleri hesaba katmaktan bahsettiniz… Ancak yine de insanın mental süreçlerinin de etkileri olsa gerek. Örneğin içinde bulunduğumuz tüketici ve yok edici toplumda veganlık giderek yaygınlaşıyor. İnsanların tercihleri ve hayvanlarla ilgili varsayımları değişiyor. Bu tercihler bizi varoluşumuz anlamında nerelere götürebilir?
İki farklı cevabım var buna. Birbiriyle bir miktar çelişkili gibi. İlki, Amerikalı tarihçi Richard Bulliet’in dediklerine dayanıyor. Bulliet’e göre hayvanlarla kurduğumuz ilişkide yeni bir safhaya geçiyoruz. Yakın zamana kadar pek çok insan, etinden sütünden faydalanılan hayvanlarla genel itibariyle bir arada yaşıyordu. Aynı evde değilse de aynı mahallede, aynı şehirde. İnekler, tavuklar, keçiler görünür şekilde ortadaydı. Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum. Çocuk olarak çeşitli hayvanların öldürülmelerine şahit olmak durumunda kalmıştım. Kopmuş kafalar, kan, göz, bağırsak… Kasapların vitrininde de bütün olarak sergilenirlerdi. Hayvan formunun tanınacağı şekilde… Bunlar infial yaratmıyordu.
Pek çok insan için hâlâ yaratmıyor. Ama artık toplumun bir kesimi, bilhassa şehirli orta sınıflar, bunları giderek daha az görmeye başladı. Hayvanlar artık çoğunlukla uzaklarda yahut kapalı kapılar ardında yetiştiriliyor, kapalı kapılar ardında öldürülüyor. Ne yaşamlarına ne ölümlerine şahit oluyoruz. Ancak şahit olmamamız, şiddetin azaldığı anlamına gelmiyor. Uzun insanlık tarihinin hiçbir noktasında bu kadar çok canlı insanlar yesin diye öldürülmüyordu. Böyle bir imkan yoktu.
Bulliet şunu diyor: Gerçek ölüme, gerçek kana maruz kalmak, insanı kabule zorluyor. Suçluluk gibi duygular ister istemez törpüleniyor. Oysa bugün biz görmesek de yoğun bir şiddet ikliminde yaşadığımızı biliyoruz ve bir kısım insan haliyle suçluluk hissediyor. Veganlık, vejetaryenlik gibi eğilimlerin yahut artık hayvan avlamayı hoş bulmayan geniş bir kesimin ortaya çıkmış olması belki de bununla alakalı. Düşünsenize, eskiden devlet başkanları-krallar buluşup, resmî etkinlikler çerçevesinde beraberce hayvan avlamaya giderlermiş. Bugün hayal edemiyorum.
‘BUGÜN ŞEHİRLİLERİN HAYVANLA İLİŞKİSİ ÇOK DAHA DOLAYLI’
Yani kanın döküldüğünü görerek kabule zorlanan bir toplumdan, görmeyen ama suçluluğunu hisseden bir topluma mı geçtik?
Aynen. Dahası da var. Bulliet’e göre kan ve ölüm, hayatımızdan tümüyle çıkmış değil. Gerçek bir bedenden çıkan kanın veya gerçek bir canlının ölümü yerine, fantazilere maruz kalıyoruz. Filmler, oyunlar inanılmaz kanlı bugün. Merak ediyorum: Ekranla haşır neşir olan ortalama bir insan günde acaba kaç tane ölüm görüyor?
Bulliet bu durumu “bastırılmışın geri dönüşü” olarak tarif ediyor. Nesiller boyunca ölüme ve hayvanların kendi arasındaki cinselliğe maruz kalmış kişiler bugün bu ihtiyaçlarını ekran karşısında, sanal yollardan gideriyor. Üstelik eskiden akabilecek kanın, öldürülebilecek hayvanların bir sınırı vardı. Sosyal medyada, temsil dünyasında böyle bir sınır yok. Belki de bu yüzden Tarantino filmleri bu kadar çok insana ulaşabildi. Filmlerde onlarca insanın ölümünü seyretmek belki de bir açlığı gideriyor. Bulliet’in dediklerinin spekülatif bir tarafı var elbette ama bence yine de ilginç. Cinsellik için de aynısı geçerli.
Özetle, belirli insan gruplarının hayvanların et-süt-iş gücü olarak muamele edildiği işlevsel temaslardan uzak kalması ve sonucunda pişmanlık gibi duyguları kabule zorlanmamaları, hayvanları yoldaş türler olarak görmenin de imkanlarını sağlıyor. Acı paylaşılıyor. Bunun olumlu tarafları olabileceğini düşünüyorum ama kurulan bu dolaylı ilişkinin eksik bir yanı da var bana göre. O da şu: İki önceki neslin çoğu bireyi muhtemelen hayvanlar hakkında daha çok bilgiye sahipti. Hayvanları doğurtabilir, hastalıklarını tedavi edebilir, neyi nasıl yediklerini bilirlerdi. Ama günün sonunda o hayvanın kesileceğini, yeneceğini de bilirlerdi. Hatta bu işi kendileri yapardı.
Bugün şehirlilerin hayvanla ilişkisi çok daha dolaylı. Genelleme yapıyorum farkındayım; ama bu mülakatı okuyacak insanların çoğunun koşullarının iki nesil öncesinden farklı olduğunu tahmin ediyorum. Kedi- köpekleri olabilir. Onlar aile ferdi. Ama ölümleriyle insana “hizmet eden” hayvanlarla muhtemelen çok daha dolaylı bir ilişkileri var. “Hizmet eden” tabiri de kulağıma hoş gelmedi şimdi böyle söyleyince. Şöyle diyeyim: İnsanların yaşam tarzını, tüketim alışkanlıklarını, zenginliklerini canıyla ödeyen hayvanlar…
Toparlamak gerekirse aradaki mesafe, dolaylı yoldan da olsa kimi hassasiyetlerin yeşermesine imkan tanıyor olabilir. Mental bir dönüşüme tanıklık ediyor olabiliriz gerçekten.
‘AHLAKİ ÜSTÜNLÜK KURMAYA ÇALIŞANLARA ALTTAN ALTA BİR HINÇ OLUŞUYOR’
Bununla çelişen bir cevap daha vereceğim demiştiniz biraz evvel…
Doğru. Çelişiyor mu çok emin olamadım şimdi ama sosyal bilim külliyatının gösterdiği üzere yaşam tarzları ekseriyetle ayrıştırıcı sınıf pozisyonlarından doğar. Yani yapıp ettiklerimiz, söylediklerimiz, seyrettiğimiz filmler, yediğimiz içtiğimiz ne varsa belirli grupların kendi sınıf pozisyonlarını tahkim etmek için kullandıkları kültürel sermaye araçlarıdır. Dolayısıyla sınıfları birbirinden ayıran tek unsur para değil. Zevkler, seçimler ve alışkanlıklar da sınıf farklarına tekabül eder.
Bunu da çok net görüyoruz zaten. Vegan ve vejetaryenler -kendimi de dahil ederek söyleyeyim- çok belirli profillere sahip. Organik beslenmek, çevre duyarlılığı geliştirmek, çöp ayrıştırmak, hatta 50 sene sonraki dünya ahvaline dertlenebilmek zannettiğimiz kadar şahsi seçimler değil. Belirli sınıfların belirli dönemlerde geliştirdikleri pratikler, kullandıkları söylemler hem ahlaki üstünlük kurmaya yarar hem de o grubun sınırlarını çizer. Tekrar ediyorum: Bu tarz sınıf hatları dışarıya karşı kapsayıcı değil, aksine ayrıştırıcı dinamiklerle oluşur. Maksat, aynı kodlara sahip olmayanlardan kendini ayırmaktır. Eğer ki alt sınıflar da aynı dili konuşmaya başlarsa, o zaman konu ayağa düşmüş sayılır, ayrıştırıcı başka pratikler gelişir.
Karanlık bir tarafı var dediğimin, farkındayım. Vurgulamak istediğim şu: Tartışılan içerik kadar, o içerik etrafında grupların birbiriyle kurduğu ilişkiler de önemli. Özellikle de sınıfsal eşitsizlikler bu kadar açık yaşanırken.
Tam da bu yüzden ahlaki üstünlük kurmaya çalışan gruplara karşı alttan alta bir hınç oluştuğunu görüyoruz. Politik doğruculuğa, duyarlı tüketici profillerine, insan hakkı ve demokrasi gibi kavramları kullanıp kendine güç devşiren kesimlere karşı dünyanın her yerinde bir hınç var. Diktatörlerin yahut aşırı sağ grupların kolayca kendi leyhlerine kullanabildikleri toplumsal dinamikler bunlar.
Toparlayayım. Şu son dediklerimden sanırım iki ayrı çıkarım yapmak mümkün. İlki şu: Ahlaki üstünlük kurmanın bedelleri var. Hiç kurulmamalı, her şey görecelidir demek istemiyorum elbette. Ama ahlaki üstünlük sınıfsal pozisyonlarla bu derece örtüştüğü zaman bazen kazanımdan çok zarara yol açıyor. Parası olanın başkasına akıl vermesi itici oluyor. İkna edici siyasi bir dil kurmak o yüzden hiç kolay değil. Hayvanlara karşı zulmü anlatabilmenin zarif yollarını bulabilmeliyiz. Bana kalırsa bunun yolu A) kendi pozisyonlarımızın sıkı bir eleştirisinden ve B) farklı toplumsal kesimlerin sesine gerçekten kulak verebilmekten geçiyor.
İkinci çıkarım da önümüzdeki dönemin ne getirebileceği ile ilgili. Pişmanlıktan, duygudaşlıktan bahsettik. Hayvanlarla kurulan özdeşliğin olumlu yönde dönüştürücü bir tarafı olabilir dedik. Ancak burada yine sınıf meselesine geri dönmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu duygudaşlık eğer ince ince örülmüş siyasi bir dille buluşmazsa hayvanları severek ahlaki üstünlük kuran, hatta hayvan severken alt sınıflardan nefret eden profillere yol açabilir. Açıyor da… Bu da önümüzdeki sorunları çözmekten ziyade derinleştirir diye düşünüyorum.
‘BÖCEK NÜFUSUNUN HIZLA AZALMASI EN BÜYÜK PROBLEMLERDEN BİRİ’
İnsan olmayan hayvanlara karşı ahlaki yükümlülüklerimiz neler? Bu yükümlülükleri nerede temellendirmemiz gerekiyor?
Zor bir soru bu. Gerçekten çok zor bir soru. Üzgünüm, böyle akademisyen gibi cümleler ediyorum; o değil, bu değil deyip duruyorum. Farkındayım. Keşke bu konuda verilebilecek peşin cevaplar olsa. Yasalar desem, hayvan hakları desem ve bitirsem. Ancak mevzu göründüğünden karışık. Sabrınız varsa adım adım gidelim mi?
Hayvanlarla ilişkimizi düzenleme konusunda öne çıkan birkaç mevzi var. Örneğin biri pragmatistlerin yaklaşımı. Tüm acıyı yok edemesek de toplamdaki acıyı azaltalım diyorlar. Yani sorunu minimize etmeye çalışıyorlar. Verilen her kararda kimin ne bedel ödediği kıyaslanıyor, en acısız olan tercih ediliyor. Söylemesi kolay, yapması zor. Çünkü acının ve faydanın sahih kriterlerini belirlemek zor. Bir solucanın yahut köstebeğin tarla işlenirken ölmesi hiç ses getirmezken bir balinanın ölümü bizi çok etkileyebiliyor. Hangi hayvanın hangi acısını toplayıp neyden çıkaracağız?
Hayvan refahından bahsedenlerde de benzer bir yaklaşım var. Şartları iyileştirelim diyorlar ama insan ihtiyaçları konusunda radikal bir dönüşüm ön görmüyorlar. Sanki daha insancıl bir kapitalizme razı gelinmiş gibi.
Hayvan özgürleşmecileri daha radikal. Kayıtsız şartsız hayvanlar salıverilmeli diyorlar. İlk anda çok güzel. Ama misal şu anki evcil hayvanların ne olacağı belirsiz. Özgürleşip nereye gidecekler? Evcil hayvanlar insanların kölesi olarak doğdukları için hayvan özgürleşmecileri tarafından zaten geçmişin arızaları olarak görülüyorlar. Hiç olmamış olması gereken varlıklar. Fikrin berisinde dokunulmamış, insandan münezzeh bir doğa tasavvuru var. Sonuçta da özgürleşmenin bedeli büyük kısırlaştırma kampanyaları oluyor. Bir sonraki neslin olmaması, pek çok hayvanın aramızdan ayrılması…
Bir de hayvan haklarını savunanlar var. Will Kymlicka ve Sue Donaldson gibi siyaset bilimcilerin bu konuda ilginç tezleri var. Dedikleri şu: Hayvanlar sadece kötü muameleden korunmasın, onlara pozitif haklar da verilsin. Yani mesela onları vatandaş olarak kabul edelim. Daha doğrusu üç grup hayvandan bahsediyorlar. Bizimle yaşayan evcil hayvanlar: kediler, köpekler, inekler…. Bizimle yaşayan ama tümüyle evcilleşmemiş hayvanlar: martılar, kirpiler, güvercinler… Son olarak vahşi hayvanlar.
Her biri için birer model geliştiriyorlar. İlk grup vatandaş; ikinci grup sınırlı hakları olan, oturma izni bulunan varlıklar (denizens) ve son grupsa özgür halklar. Bu son grubun, yani vahşi hayvanların kendi toprakları olacak, hiçbir devlet bunlara dokunamayacak. Ülkeleri birbirinden ayırdığımız gibi bunlara da oldukları yerlerde toprak verilecek, sınırlar çekilecek.
Şimdi bunlarla derdim temel olarak şu: Vatandaşlık hakları verilmedi, alındı. Köleler, kadınlar, işçiler cayır cayır mücadele ettiler. Mücadele tavsadığı zaman bu hakların da hızla zemin kaybedebildiğini biliyoruz üstelik. O hâlde güç ilişkilerinden kopmuş bir yasal mevzuat ne anlama geliyor, ben tam göremiyorum. Dünyayı bir mücadele tarihi perspektifinden değil, bir fikir tarihi perspektifinden görmenin arızası diyelim.
Hayvanların bu bahsettiğim mücadelelerin muadili olabilecek örgütlü bir direnişi yok. Direniyorlar elbette. Kaçıyorlar, ısırıyorlar… Ama bunları yaptıkları için oy verme hakları, mülkiyet edinme hakları elde edemeyecekler. Vatandaşlık meselesi kağıt üstünde güzel, ama vatandaşlığın hem nasıl elde edildiği ile hem de kapsamıyla ilgili hayli kısıtlı bir perspektif sunuluyor ister istemez.
Zaten kitabın geri kalanında, bir tür toplum mühendisliğine soyunuyorlar. Nasıl ki insan dünyasında bir vatandaşın diğerine zarar vermesi engelleniyorsa, hayvan dünyasında da vatandaşların belli yükümlülükleri olacakmış. Kediler fare yiyemeyecek, gereğinden fazla çoğalamayacaklarmış. Bunu da kendileri engelleyemedikleri için, insanlar hamileri olarak kedileri vejetaryen diyete geçirip kısırlaştırabilirlermiş. Eşit vatandaşlık haklarından kabusa transit geçiş.
En büyük arıza ise hayvan türlerinin hâlâ koca bir çizgiyle birbirinden ayrılması. Başta da konuşmuştuk. Hayvanlar deyince öncelikli olarak birkaç türü anlıyoruz. Merkezî sinir sistemi olmayan, özdeşlik kuramadığımız hayvanların çoğu bu bahsettiğim mevzilerin ilgi alanının dışında kalıyor.
Oysa bugün misal böcek nüfusunun hızla azalması önümüzdeki en büyük problemlerden biri. Besin zincirinin ve bitkilerin üremesinin tam göbeğinde bulunan, dünyadaki yaşamın devamı için hayati önemdeki varlıkları yitiriyoruz. Onlarla ilişkilerimizi düzenleyemezsek, daha doğrusu ilgi alanlarımız sadece evcil hayvanlar ve birkaç karizmatik yabani hayvanla sınırlı kaldığı müddetçe dünyanın gidişatına dair söyleyeceklerimiz de sınırlı olur. Çok daha bütüncül bakmamız lazım. Özellikle de ekolojik krizin kapımıza dayandığı bugün.
‘ÖNÜMÜZÜN AÇILMASI İÇİN TEPEMİZE BİNENLERDEN KURTULMALIYIZ’
Peki ne öneriyorsunuz?
Hayvanları korumak mı istiyoruz? Elbette yasaları geçirelim, elbette onları işkencehanelerden kurtaralım. Ama hakikaten soruyorsanız şu anki ekonomiyi tümden alaşağı etmemiz lazım derim. Ekonomi büyüme üstüne kurulu. Oysa biz biliyoruz ki her büyüme iyi değil. Daha çok silah, daha çok kullan-at eşya, mezbahada daha çok hayvan, daha çok deri ceket, daha çok uçak, daha
çok tarım ilacı… Bunlar ekonomimizde büyüme kalemi olarak görülüyor. Bu kalemlerin artışı destekleniyor. Oysa bizim başka bambaşka öncelikler belirlememiz lazım. Neyin daha çok olmasını istiyoruz? Neleri istemiyoruz? Nasıl bir para rejimi, nasıl bir üretim modeli talep ediyoruz? Bunlar uzun süredir başıboş bıraktığımız siyasî tartışmalar.
Hayvanları korumak mı istiyoruz? Borçlarla mücadele edin. Birçok devlet borç batağında olduğu için elinde orman-su ne varsa hızla paraya çevirip borç döndürmeye çalışıyor. Bu on yıllardır böyle. Öncesinde de kolonyalizmin tahribatı var. Böyle bir devlet yapısı ister istemez yozlaşmış hükümetlerin de iktidarda kalmasına sebep oluyor. Almanya’daki öğrencilerime bunları anlatıyorum. Çevreyi korumak mı istiyorsunuz? Almanya’nın dış politikasına müdahil olun. Bu zenginliğin kaynaklarını araştırın.
Hayvanları korumak mı istiyoruz? Savaşları, savaş ekonomilerini durdurun. Her savaşta hem ekonomiler hem yaşam alanları tahrip oluyor. Hem insanlar hem hayvanlar ölüyor. Kitabımda Kürt meselesi üzerinden bunları anlatmaya çalıştım mesela. Anlatırken, açık söyleyeyim, canım yandı.
Hayvanları korumak için şehir tasarımlarından tarım usullerine, dünya üzerindeki hareketliliğin yeniden düzenlenmesinden karar alma mekanizmalarına pek çok hususun değişmesi lazım. Dolayısıyla tek bir önerim yok. Sadece ufku geniş sahici mücadelelere ihtiyacımız var diyebiliyorum. Ben kendi adıma bunun eksikliğini çok çekiyorum. “Petrol şirketine danışmanlık verdik, sıfır karbon emisyonuna geçtiler,” gibi abuk sabuk uğraşlara hakikaten tahammülüm kalmadı.
Okuyucuların zihninden belki devrim kelimesi geçmiştir şu noktada. Kavram eskidi, yavanlaştı, biliyorum. Böyle olması için güç sahipleri çok uğraştı. Ham hayal dendi, sonu daha kötü olur dendi, bak Stalin’e dendi… Siz istediğiniz kelimeyi kullanın. Ancak ben insanlığın diğer türlerle beraber çok daha iyi hayatlar kurabileceğine inanan bir insanım. Her şeye baştan başlamamıza da gerek yok. İnsanlığın ilk zamanlarına dönelim demiyorum. Elimizde iyi örnekler var, bir sürü dayanışma modeli var. Dünyayı idrak kapasitemizin giderek arttığına inanıyorum. İnsanda şefkat gibi, yardımlaşma gibi, kendi gibi olmayanla özdeşlik kurma, olmayanı hayal etme gibi çok özel hasletler var. Ama kesin olan şu: Önümüzün açılması için tepemize binenlerden, yalancı peygamberlerden, sahte çözümlerden, yalanı meslek haline getirenlerden, hükümdarlardan kurtulmamız lazım. Vakti geldi.